Eşitsizlik Cezasızlık Verisizlik ve Şiddetin Son Halkası Kadın Katliamı

22 Ağustos 2024, Perşembe

Bilimsel Güvenilir Veri Toplanmıyor, Açıklanmıyor

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı (2018 yılından önceki adıyla Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) [1] 2008 ve 2014 yıllarında iki aile içi şiddet araştırması raporu yayımladı. Herhangi bir araştırma gibi yapılamayan, saha çalışması, yüz yüze görüşmeler ile araştırmaya katılanlar ve araştırmacılar için özel etik kurallar ve güvenlik önlemleri gerektiren şiddet araştırmaları için Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü ile iş birliği yapmıştı. On yıl sonra Bakanlığın kurumlara ve sivil toplum kuruluşlarına gönderdiği yazı, araştırmanın 2024 yılında Marmara Üniversitesi Nüfus ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü tarafından TÜİK ile yapılacağını açıklıyor. Mayıs 2023 tarihinde Cumhurbaşkanlığı kararıyla kurulan ve ülke genelinde yürütülen araştırma deneyimi sınırlı olan ve akademik titri bilinmeyen bu yeni ekip, bundan sonraki araştırmaları da sahiplenecek gibi görünüyor. Üstelik, bu kez araştırma verisini de TÜİK toplayacak!

Öte yandan Bakanlık, kendi bünyesindeki Şiddet Önleme ve İzleme Merkezlerine yapılan başvurularla ilgili de ayrıştırılmış analizler içeren raporlar yayınlamıyor. Keza, halen sayısı 149 olan 3624 yatak kapasiteli sığınaklarda, Bakanlığın deyimi ile konukevlerinde, kaç kadın ve kaç çocuk destek aldı, ne gibi destekler verildi, bu kadınlardan kaçının şiddetsiz bir hayat kurması sağlandı gibi bilgileri kamuoyu ile paylaşmıyor.   

Kamu kurumları tarafından son dönemde açıklanan dikkate değer en son veri KADES uygulamasına yapılan başvuru sayılarıydı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya 10 Temmuz 2024 tarihinde yaptığı açıklamada;  2018 Mayıs ayından bu yana uygulamada olan “KADES’ e “1 milyon 219 bin başvuru yapıldığını, 1 Temmuz 2024 itibarıyla 689 vakanın elektronik izleme merkezince aktif olarak izlendiğini” belirtti.

Bunun dışında şiddet başvurusu alan kadın örgütleri gelen başvurularla ilgili yıllık raporlarını açıklıyor. (Mor Çatı, Mor Salkım, TKDFgibi kadın örgütlerinin web sitelerinde yıllık verilere erişilebilir.) Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği’nin hazırladığı kadınlara yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet haritalama ve izleme raporu da yol gösterici bir kaynak sunuyor.

Kadın cinayetlerine ilişkin veriler de aynı şekilde eksik. Sadece basına yansıyan ve veri tutan kadın örgütlerine ulaşan haberlerle sınırlı bilgiye sahibiz. Hastaneye yaralı olarak kaldırıldıktan sonra hayatını kaybedenleri duymayabiliyoruz ya da ölüm nedenine ilişkin kayıtlar doğru yapılmayabiliyor. Örneğin, Kocaeli’nde öldürülen bir kadının ölüm nedeni kalp krizi olarak kaydedilmiş. Karakollara yansıyan her kadın cinayeti doğal olarak basına yansımıyor. Böylece elimizdeki tek veri kaynağı basına yansıyan haberler ve aileler başvurmuşsa eğer kadın örgütlerine yapılan başvurular oluyor.

Kadın cinayetleri ile ilgili devletin açıkladığı son resmi bilgi 2009 yılında dönemin Adalet bakanı tarafından mecliste açıklanmıştı. [2] Açıklanan o rakam günde 5 kadının öldürüldüğünü göstermekteydi. Bu tarihten sonra kamu kuruluşları tarafından kadın cinayetleri ile ilgili gerçek veriler açıklanmadı. Kadın cinayetleriyle ilgili açıklanan, kamuoyunda kullanılan sayılar, basına yansıyanlar ve/veya doğrudan kendilerine ulaşanlar üzerinden veri toplayan, Bianet ÇeteleAnıt Sayaç ve Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu (KCDP)'nin verileri. Bunlar çok önemli olmakla birlikte tüm vakalara erişilemediğinden eksiklikler içeriyor.

Kamunun elinde hem şiddet hem de cinayetlerle ilgili tüm bilgilerin olmaması mümkün değil. Ama açıklanmıyor. Bu konuda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı topu İçişleri Bakanlığına atıyor, İçişleri Bakanlığı ise KADES’e başvurular dışında veri açıklamıyor.

Oysaki güvenilir, bilimsel veri toplamak şiddeti önlemek için uygulanması zorunlu çok yönlü ve bütüncül sosyal politikaların planlanabilmesi için birincil öncelik ve Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin gereği.

Aile Bakanlığı ve ilgili diğer kamu kurumları İstanbul Sözleşmesi’nden Anayasa çiğnenerek çekilmeyi kabullenmiş olsalar da, Sözleşme 6251 sayılı onay kanunu yürürlükte olduğu sürece yürürlüktedir ve uygulanması gerekir. Kaldı ki veri sağlamak konusunda iktidarın uymak zorunda olduğu başka uluslararası yükümlülükler de var. 1995’de Pekin’de yapılan Dördüncü Dünya Kadın Konferansı’nın ardından, Konferansta alınan kararları içeren ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun ellinci oturumunda kabul edilen Pekin Deklarasyonu ve Eylem Planı bunlardan biri. Eylem Planı’nın 129’uncu maddesi hükümetlere; “Başta ev içi şiddet olmak üzere, kadına yönelik şiddetin değişik türlerinin yaygınlığına ilişkin araştırmalar yapmak, veri toplamak ve istatistikler oluşturmak; kadına yönelik şiddetin nedenleri, doğası, ciddiyeti ve sonuçlarına ve kadına yönelik şiddeti önlemek ve düzeltmek için uygulanan önlemlerin etkinliğine ilişkin araştırmaları teşvik etmek; araştırma ve inceleme bulgularını geniş ölçüde yaymak” görevlerini yüklemektedir.

İstanbul Sözleşmesi'nin 11. maddesi veri toplama ve araştırmaya ayrılmıştır, çünkü veri ve araştırma olmadan şiddetle mücadele edilemeyeceği bilinen bir gerçektir. Sözleşme’ye göre devletler:

  • Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddet eylemi hakkında bölümlere ayrılmış/ayrıştırılmış veriyi düzenli aralıklarla toplar,
  • Şiddetin temel neden ve etkilerini, şiddet eylemleri ve mahkûmiyet oranları ve alınan önlemlerin etkinliğini incelemek amacıyla yapılacak araştırmaları destekler,
  • Her türlü şiddet biçiminin yaygınlığını ve eğilimlerini değerlendirmek üzere düzenli aralıklarla nüfusa dayalı anketler yapmaya çaba gösterir,
  • Uluslararası kıyaslama sağlamak için verileri İstanbul Sözleşmesi Bağımsız Uzmanlar Grubu’na (GREVIO) iletir,
  • Toplanan tüm bilgilerin kamuya açık olmasını sağlar.

Ayrıca, Türkiye’nin taraf olduğu Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına Dair Sözleşme’nin (CEDAW) oluşturduğu Komite’nin 35 Sayılı Genel Tavsiyesi kadınlara karşı şiddetle ilgilidir ve devletlerin veri toplamayla ilgili yükümlülüklerini ayrıntılı şekilde açıklamaktadır:

  • Teknoloji kullanılarak gerçekleştirilenler de dahil cinsiyete dayalı şiddetin tüm türleriyle ilgili şikayetler sonucu verilen koruma kararlarının türü ve sayısı, şikayetlerin reddedilme ve geri çekilme oranları, kovuşturma ve mahkûmiyet oranları ve davaların sonuçlandırılması için geçen süre hakkında düzenli olarak istatistiksel veri toplamak, bunları analiz etmek ve yayınlamak için bir sistem kurulmalıdır.
  • Sistem, faillere verilen cezalar ve mağdurlara/sağ kalanlara sağlanan tazminat da dahil olmak üzere onarım yolları hakkında bilgi içermelidir.
  • Tüm veriler şiddetin türüne, mağdur/sağ kalan ile fail arasındaki ilişkiye, kadınlara yönelik ayrımcılığın kesişen biçimlerine ve mağdur/sağ kalanın yaşı da dahil olmak üzere diğer ilgili sosyodemografik özelliklere göre ayrıştırılmalıdır.
  • Verilerin analizi, korumadaki aksaklıkların tespit edilmesini sağlamalı ve önleyici tedbirlerin iyileştirilmesine ve daha da geliştirilmesine hizmet etmelidir. Gerekirse “femicide” veya “feminicide”olarak da adlandırılan toplumsal cinsiyete dayalı kadın cinayetleri ve kadın cinayetlerine teşebbüsler hakkında idari verilerin toplanması için gözlemevleri kurulmalı veya bunun hangi kurumun görevi olduğunun belirlenmelidir.
  • Kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin yaygınlığını ve bu tür şiddeti artıran ve toplumsal cinsiyet ilişkilerini şekillendiren sosyal veya kültürel inançları değerlendirmek amacıyla anketler, araştırma programları ve çalışmalar yapılmalı veya desteklemelidir.

Cezasızlık politikaları kadına yönelik şiddeti teşvik ediyor

Hukukta gerekli normlar olan ancak yanlış ve cinsiyetçi şekilde uygulanan haksız tahrik indirimi ve iyi hal indiriminin erkek failler lehine yorumlanması ve en önemlisi de infaz değişikliği adı altında yapılan gizli aflarla kadınlara ve çocuklara karşı işlenmiş suçların faillerinin de affedilmesi kadın cinayetlerindeki tırmanışın en önemli nedenlerindendir. Sadece parası veya iktidar partileri ile ilişkisi olanın adalete erişebildiği, hukuk güvenliğinin sıfırlandığı koşullar da kadına karşı her türlü şiddeti ve kadın cinayetlerini tetikleyici bir etki yaratmaktadır.

İnfaz yasası değişikliği ile Nisan 2020’de uygulanan Covid affı ve 23 Temmuz 2023 tarihinde yürürlüğe giren seçim sonrası af cezasızlık uygulamalarının doruk noktası oldu. “Şiddete sıfır tolerans” şiarını dilden düşürmeyen yetkililer kadın ve çocuklara karşı suç işleyenleri affetme hakkını kendilerinde buldu ve faillerin yeni suçlar işlemesini önlemek için hiçbir önlem almadan onları salıverdiler. Yine basına yansıdığı kadarıyla bildiğimiz bu faillerden bazıları kaldıkları yerden devam ederek yeniden suç işlediler. (Yansıyan haberlerden biri: Temmuz 2023 affıyla salıverilen katil eşini kayınvalidesini öldürdü.) Kolluk yakaladıysa eğer, mahkemelerde hükmedilen cezaların infaz sürecinde kuşa çevrilmesi potansiyel kadın katillerini doğrudan cesaretlendirmektedir. Buna karşın iktidar alınması gereken önlemleri yerine getirmek bir yana 9. Yargı paketinde meclise yeni bir af önerdi. Tepkiler üzerine ilgili madde tekliften geri çekildi ancak Ekim 2024’te Meclis açıldığında yeniden gündeme getirilmesi bekleniyor.

İnfial yaratan kadın cinayetlerinin ve şiddet görüntülerinin ardından yükseltilen “ağır ceza”, “idam cezası” gibi talepler yine çok büyük bir tezat olarak iktidar partilerine mensup bazı siyasetçiler tarafından da desteklenmektedir. EŞİTİZ Eşitlik İzleme Kadın Grubu’nun girişimiyle birçok kadın örgütünün imzasıyla 2016 yılında yayımlanan bildiride; Türkiye yasalarında yeterince ağır cezanın mevcut olduğu ve ağır cezaların şiddetle ve suçla mücadele yöntemi olamayacağı açıklanmıştı. Kadın hareketi ağır cezanın ve idam cezasının kadına karşı şiddetin çözümü olamayacağını kamuoyuna anlatmaya devam ediyor. (Bkz.EŞİK platformunun bu bağlantıdaki açıklaması).

Kadın erkek eşitliğini tahrip eden fiili uygulamalar ve yasaların tartışmaya açılması şiddet ve cinayetleri körüklüyor

Kadına karşı şiddetin en son halkası olan kadın katliamlarının tırmanmasında en az cezasızlık politikaları kadar etkili olan, kadın erkek eşitliğinin, giderek el yükseltilen şekilde ve doğrudan iktidar tarafından tahrip edilmesidir. 2010’lardan itibaren kamuoyu önünde dillendirilmeye başlanan “Boşanan kadın iffetsizdir”, “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum, eşitlik fıtrata aykırı, kreş eken huzurevi biçer” gibi söylemlerden başlayarak, 2016 da yayımlanan Meclis Boşanma Komisyonu raporunda ilk kez yazılı bir hükümet programı haline getirilen kadın haklarını daraltma politikaları kadına karşı şiddeti ve cinayetleri besleyen bir diğer önemli faktördür. 22 yıllık sürecin kendisi kadına karşı şiddeti sadece polisiye tedbirlerle ve dini telkinlerle önlemenin mümkün olmadığının kanıtıdır. Her fırsatta çekmeceden çıkarılan “nafaka hakkının sınırlandırılması, boşanmanın erkek lehine kolaylaştırılması, aile arabuluculuğu, çocuk istismarcılarına ve kadın katillerine af ve evlenme yaşının düşürülmesi” gibi girişimler, 6284 sayılı yasanın amacı dışında kullanılarak içinin boşaltılması ve yasaya karşı söylemlerin seçim pazarlığına kadar getirilerek aşındırılması, Anayasa’nın 41 ve 24. maddelerini mevcut anayasanın laiklik ve eşitlik ilkelerine aykırı olarak değiştirme girişimi ve son dönemde yazılı bir program setine dönüştürülen “aileyi korumak” gibi meşru ifadelerin arkasına saklanarak kadınların laiklik temelli medeni haklarını budama programı olan “Aile Vizyon Belgesi” ve “genelgesi” şiddeti direkt olarak tırmandıran ve kadınları şiddet dolu evliliklere / evlere mahkum eden faktörlerdir.

İstanbul Sözleşmesinden hukuka aykırı biçimde imzanın çekilmesi, devletin kadına karşı şiddeti bir eşitsizlik sorunu olarak görmediğinin, önemsemediğinin ve şiddeti önleme görevini terk ederek sadece kolluk gücünün herhangi bir suç kategorisiyle mücadele etkinliğine indirgediğinin göstergesi olmuştur. Sözleşmenin uygulanıp uygulanmadığından bağımsız olarak bu hukuksuz kararın yarattığı sosyal etki doğrudan mahkeme salonlarında karakollarda hatta sokakta gözlemlenen bir cezasızlık algısına yol açmıştır.

Öte yandan, kesinlikle göz ardı edemeyeceğimiz şiddeti ve cinayetleri artırıcı faktör; toplumun dindarlık adı altında, EŞİK olarak “Talibanlaştırma” dediğimiz yozlaştırma sürecine zorlanmasıdır. Kadınlara mutlak itaat, biat, ev içi rollere hapsolmuş bir hayat öneren; çağlar öncesinden kalma ataerkil tahakküm biçimlerini tartışılmaz dini emirler gibi sunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yasalara aykırı beyanlarına hiçbir yaptırım uygulanmadığı gibi, eğitim kurumlarından tutun sığınaklara, aile irşat bürolarından il koordinasyon kurullarına kadar her yerde görevi ile hiçbir ilişkisi olmadığı halde baş role oturtulması, laik ve eşit bir yaşamı hedefleyen en önemli tehdittir. Bu iklim nedeniyle dolaylı bir şekilde erkeklere “itaat etmeyen” “boyun eğmeyen” kadına şiddet uygulama hatta öldürme hakkının doğduğu mesajı verilmiş olmaktadır.

İktidarın “Türkiye Yüzyılı” parti politikasının ulusal eğitim modeline uyarlandığı, ilgili modelin kamuoyunda hiç tartışılmaksızın apar topar yürürlüğe sokulduğu hatta genelgesinin bile yayınlandığı görülmektedir. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” adını taşıyan, ilk ve orta öğretim eğitim sistemimizi baştan sona değiştiren bu model topluma zorla dayatılmıştır. Modelin içinde anayasal ilkelerimiz olan kadın-erkek eşitliği ve laiklik konusunda bütüncül ve toplumsal ihtiyaçlara yanıt veren bir yaklaşım bulunmamakta, yani anayasal ilkeler yok sayılmaktadır. Kadına karşı şiddet sorunu ancak nitelikli bir eğitimle ele alındığında iyileştirici toplumsal gelişim mümkünken, bilimsel yaklaşım ısrarla yok sayılmaktadır. Kadın-erkek eşitliği, eşitlikçi politikalar ve laiklik eğitim sisteminden çıkarılmıştır.

Kadına karşı şiddetle mücadele mutlak bir eşitlik mücadelesi ile eş zamanlı ve etkili bir şekilde yürütülmek zorundadır. Temsilde, atamada, eğitimde ve toplumsal hayatın her yerinde eşit temsil, medyada cinsiyetçiliğin önlenmesi, yerel yönetimlerde etkin eşitleyici çalışmalar, kısacası rotası eşitlik olan her türlü sosyal politika aynı zamanda şiddetin önlenmesi anlamına gelir. Konunun ceza politikalarına indirgenmesi, üstüne üstlük cezasızlığın hâkim hale getirilmesi bildiğimiz kadarıyla her gün en az 3 kadını, giderek artan oranda aile ve çocuk katliamı şeklinde aramızdan almaktadır.

Ne Yapılmalı?

Okullarda toplumsal cinsiyet eşitliği eğitiminden başlayarak kapsamlı bir mücadele programı hazırlanması ve uygulanması gerekir. İstanbul Sözleşmesi’nin biri birini tamamlayıcı 4P ilkelerinin; önleme, koruma, cezalandırma (etkin kovuşturma ve cezasız bırakmama) ve bütüncül politikalar uygulama görevlerinin hayata geçirilmesi, iktidarda olsun veya olmasın her siyasi partinin programına alması ve kendi etki alanlarında uygulaması gereken ilkelerdir. İstanbul Sözleşmesi’nin gösterdiği yol haritası her toplumsal kesimin ve kurumun ne yapması gerektiğini açıkça göstermektedir. [3]

Öncelikle; “Kadın erkek eşittir ve laiklik eşitliğin hayata geçirilmesi için vazgeçilmezdir” gerçeğinin siyasetler ve cinsiyetler üstü bir öncelikle, bir yaşam hakkı ve demokrasi sorunu olarak ele alınması gerekir. İktidar değişse bile bu ön kabulün hâkim olması için özel, bütünlüklü ve topyekun bir çaba gerekmektedir.

Dünyada altın standart olarak nitelenen İstanbul Sözleşmesi’nin de öngördüğü üzere şiddet eşitsiz güç ilişkilerinden doğar. Kadınlar; erkeğin, toplumun ya da devletin korumasına muhtaç, aile hizmetçisi rolünde görüldüğü ve gösterildiği sürece şiddetin ve cinayetlerin önlenmesi mümkün değildir. İktidar “kadın” sözcüğünü sözlükten çıkarıp yerine aile demektedir. Başta Aile Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere birçok kamu kurumu elbirliği ile doğrudan ve dolaylı şekillerde “yuvayı yıkanın” şiddet uygulayan erkek değil, şiddete boyun eğmeyerek boşanmak isteyen kadındır önyargısını beslemektedirler. Kadınların şiddete boyun eğip aile hizmetçiliğini sürdürmesinin kutsal görev olarak pompalanması boşanmak isteyen kadını doğrudan hedef haline getirmektedir. Şiddetten kurtulmak için zaten çok zor adım atabilen kadınların cesareti kırılmakta ve şiddete boyun eğmesine yol açmaktadır. Oysa boyun eğmek şiddeti artırır. Katledilenler, çoğunlukla şiddet dayanılmaz noktaya geldiğinde boşanmak isteyen kadınlardır. KCDP verileri bunu göstermektedir. Oysaki aileyi korumak tam da eşitlikçi aile modelinde mümkündür. Medeni Yasa ve Anayasa’nın eşitliği koruyan maddeleri bunun en önemli aracıdır.

Tırmanan şiddete ve cinskırım boyutuna varan cinayetlere rağmen kadınlar direniyor, ölümü göze alıp şiddete boyun eğmiyorlar. Bu gerçeğin tüm partilere ve topluma örnek ve ilham olması gerekir. Kadın cinayetlerini toplumsal bir “beka” sorunu olarak görmek ve bütünlüklü, etkili, ara sıra değil sürekliliği olan bir muhalefet ortaya koymak vakti çoktan gelmiştir.

Kadın hareketi baskıyı göze alıp mücadeleden vazgeçmiyor. EŞİK olarak 4 yıldır “eşitlik” ve “laiklik” vurgusunu elden hiç bırakmadık. Nafaka hakkından kadının soyadına, İstanbul Sözleşmesinden eğitime yönelen anti-laik müdahalelere kadar haklara her saldırı özünde eşitliği yok etmek amaçlı saldırılardır. Belli ki bu saldırılar Meclis açıldığında Anayasa değişikliği ve 10. Yargı paketi teklifleriyle tekrar önümüze gelecektir.

Herkesi kadına karşı şiddetle amasız fakatsız bütüncül ve etkin mücadeleye davet ediyoruz…

Mecliste, medyada, partilerin il ve ilçe örgütlerinde, yerel yönetimlerde; kısacası mümkün olan her zeminde, iktidarın parça parça kamufle edici süslemelerle öne sürdüğü, göstermelik sempozyum ve çalıştaylarda nasıl “uzman” oldukları bilinmeyen uzman görüşleri ile toplumsal algıyı kendi siyasi planı doğrultusunda yönlendirmesine izin vermeden, bütünlüklü, eşitlikçi ve laikliği öne çıkaran etkin bir mücadele şarttır. Ekim’de meclise getirilmesi beklenen konular kadınların soyadı hakkı, nafaka hakkı, kadının boşanmasının zorlaştırılması, aile arabuluculuğu, yeni bir af gibi başlıklar olacaktır.

Adalet Bakanının açıkladığı yasal meşruiyeti olmayan, kimlerden oluştuğu belli olmayan “Aile Hukuku Değerlendirme Kurulu”nun “değerlendireceği” bu başlıklar ve belki daha fazlasıdır. Bu kurulun yapacağı hiçbir çalışmaya meşruiyet kazandırılmamalı, formüle edecekleri hukuki gibi görünen, kültür, gelenek, dinin gereği vb. kılıflara itibar edilmemelidir. Medeni Yasa toplumsal hayatın anayasasıdır. Dokunulmasına asla izin verilmemeli, bu konuda aralıksız mücadele eden kadın hareketi yalnız bırakılmamalıdır.

İktidar aileyi korumak istiyorsa bunun yolu öncelikle ekonomik çöküşü durdurması, uyuşturucu sorununu çözmesi, nüfusun dönüştürülmesi politikasına göçmenleri hedef haline getirmeden son vermesi ve her gün biraz daha beslenen şiddet dolu suç iklimini ortadan kaldırmasından geçer. Eşitlikçi aile modelini tahrip etmek aileyi korumaz tam aksine parçalar. Devletin koru(ya)madığı her kadın bir ailenin parçasıdır. Annelerinin maruz bırakıldığı şiddeti izlemek zorunda bırakılan hatta anneleri ile birlikte öldürülen çocuklarda bir ailenin üyesidir ve bu ülkenin geleceğidir.

22 Ağustos 2024

EŞİK_Eşitlik İçin Kadın Platformu

www.esik.org.tr

Bu bilgi notu her gün biraz daha tırmanmakta olan kadına karşı şiddet ve kadın cinayetlerinin nedenlerine ilişkin genel bir çerçeve çizmek amacıyla, EŞİK Gönüllüsü Özgül Kapdan tarafından, Eşik gönüllüleri Gökçeçiçek Ayata ve Nezahat Demiray’ın katkılarıyla hazırlanmıştır.



[1] Bakanlığın adı 2018 de Başkanlık rejimine geçildikten sonra Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olarak değiştirildi ve işlevi de adına uygun olarak “hizmet” ve “sosyal yardıma” a indirgendi. Yine bu süreçte 183 Alo Şiddet Hattı genel bir başvuru hattına dönüştürüldü.

[2] Dönemin Adalet bakanı tarafından yapılan bu açıklama meclis tutanaklarında yer almaktadır.

Site içi arama
Eşik footer

eşik

copyright